Fotoğraf çekmenin tarihi ne zaman ve nerede başladı? Daha doğrusu çekilen ilk fotoğraf neydi? Bu merak uyandırıcı soruların cevabını verebilmek için, iki yüz yıl öncenin sakin bir Fransız köyüne gitmemiz gerekiyor…
Nicéphore Niépce adlı Fransız bir mucit, penceresinden dışarı bakarken gördüğü manzarayı, bilimin ve sanatın seyrini değiştirecek bir fikirle ölümsüzleştirmeye karar verdi. Saint-Loup-de-Varennes köyünde yaşayan Niépce, karşısındaki çatıların güneşin altında parlayan görüntüsünü kaydetmek için kolları sıvadı. Elindeki tuhaf düzenekle, yani karanlık bir kutunun içine yerleştirdiği, ışığa duyarlı bir maddeyle kaplanmış kalay levhayla sekiz saat boyunca bekledi. Levhanın üzerindeki küçük delikten süzülen ışıkla, o anın silik ama kalıcı bir izi oluştu. Bu çalışma, “View from the Window at Le Gras” (Le Gras Penceresinin Manzarası) adını aldı ve tarihe geçen ilk fotoğraf oldu.
Niépce kendisini bir sanatçı olarak görmüyordu, ancak kullandığı yöntemler son derece yaratıcıydı. Görüntüyü sabitlemek için “Yahudiye bitümü” adı verilen, ışığa maruz kaldığında sertleşen katran benzeri bir madde kullandı. Sekiz saatlik pozlamanın ardından levhayı lavanta yağı ve petrol ile temizledi. Böylece sertleşmemiş kısımlar yok oldu ve geriye kalan, çatıların ve ağaçların hayaletimsi hatlarıydı.
Bu keşif, Niépce’nin litografi sanatına olan ilgisinden doğmuştu ve bu sürece “heliografi” adını vermişti. Yunanca “güneş” anlamına gelen “helios” ve “yazmak” anlamına gelen “graphy” kelimelerini birleştirerek, temelde “güneşle yazmak” anlamına gelen bir isim yaratmıştı.
Keşif ve hayal kırıklığı

Niépce’nin bu ilk görüntüyü ne zaman elde ettiği tam olarak bilinmese de, 1826’da çalışmalarını botanik ressamı Francis Bauer‘a gösterdiğinde büyük bir hayranlık uyandırdı. Bauer’in teşvikiyle, Niépce 1827’de İngiltere’ye giderek buluşunu Royal Society’ye tanıtmaya çalıştı. Yanında götürdüğü altı heliografik levha ile heyecanla beklediği ilgiyi ne yazık ki bulamadı. O dönemde iç çekişmelerle boğuşan kurum, onun buluşuna kayıtsız kaldı. Hayal kırıklığına uğrayan Niépce, beklediği desteği bulamadan Fransa’ya geri döndü.
Fransa’da ise daha sonra fotoğrafçılığın “daguerreotype” sürecine öncülük edecek olan Louis Daguerre ile tanıştı. İkisi fikir alışverişine başladı, ancak 1833’te Niépce hayatını kaybetti.
Daguerre’in geliştirdiği süreç, 1839’da Royal Society’nin ilgisini çekti. O zamana kadar iç sorunlarını çözen kurum, fotoğrafçılığı büyük bir coşkuyla karşıladı. Ne yazık ki, buluşunun hak ettiği saygıyı görmesine Niépce tanıklık edemedi.
Bugün fotoğrafçılığın kurucu isimlerinden biri olarak kabul edilse de Niépce’nin bu alana yaptığı katkıların tam olarak takdir edilmesi yıllar aldı. Böylece, bugün sıradan görünen bir pencere manzarası, hem bilimin hem de sanatın tarihinde bir dönüm noktası oldu. Işığın kalıcı bir görüntüye dönüşmesini mümkün kılan bu sihirli an, Nicéphore Niépce’nin adıyla anılmaya devam ediyor.